top of page

Atatürk her geçen gün büyürken, ona dil uzatanlar küçülüyor.

 

Bugün Atatürk ile ilgili pek bilinmeyen bir öyküyü gündeme getireceğim. Emperyalizmin uzattığı koltuk değneklerine rağmen topallayanlara, günümüzün Abdurrahman Çelebilerine, Seyit Rıza isimli Cumhuriyet düşmanının peşine takılan sözde Atatürkçü ve Cumhuriyetçilere, aynaya bakma alışkanlığı olmadığı için kendisini dev zanneden cücelere, O’nu doğrudan veya dolaylı olarak karalamaya çalışan kerameti kendinden menkul cümle zat-ı muhteremlere (!) bu yazıyı ithaf ediyorum.

Kurtuluş Savaşı’nda sağlık görevlisi olan Zihni Kavukçu’nun anıları 10 Kasım 1964 günü İbrahim Göktürk’ün kaleminden Ulus gazetesinde yayımlanır. Hep birlikte göz atalım:

Gece Karanlığında Gazi'nin Kağnıları...

"Ben Kurtuluş Savaşı sıralarında Ankara'nın Samanpazarı semtindeki bir
askeri hastahanede sağlık memuru idim. Hastahane dediysem öyle ahım
şahım bir bina ve kurum aklınıza gelmesin... Burası, o zaman ilk Rus
Elçiliği binasının arkalarına düşen koca bir konak bozuntusu ve bozuk
bir evdi. Odalar, koridorlar, merdivenler, haraplıktan gıcırdar
dururdu...

O günlerde muhtelif savaş cephelerinden durmadan hasta ve yaralı
askerler buraya sevk ediliyordu... Hastahanemiz yüzlerce yaralı ve
hasta ile ağzına kadar doluydu. Buna rağmen binada sağlık personeli
olarak bir ben, bir tek de doktor vardı... Nizamiye kapı nöbetçimiz,
ünlü kadın kahraman Kara Fatma idi.
Elimizde ilaç yoktu ve ameliyat aletleri pek basit ve sınırlı şeylerdi.

Tek doktorumuz ise bir operatör bahriye binbaşıydı. Tabii o zaman
kendisi hastahanenin her şeyi sayılırdı. Sarı saçlı, yakışıklı, babacan
bir deniz subayı... Kasımpaşa'dan kaçarak gelmiş buraya. Üstelik sesi de
güzel ve yanık. Rakı bulursa birkaç tek atar akşamları. Bir taraftan
hem yanık türküler söyler, hem de isli bir petrol lambasının altında
yaralıların ameliyatını yapar, kurşunları çıkarır, masanın üstüne
dizerdi. Gündüz çalışmaları yetmediğinden gece de bu kesmeli, biçmeli,
dikmeli ve gazelli operasyonlar geç vakitlere kadar devam ederdi.

Bu esnada ben de bayılan yaralıların başucunda eter koklatır ve kendine
yardım ederdim.

Tabii o vakit hemşire filan hak getire... Ayrıca balık istifi yaralı ve
hastaların inilti, feryat ve figanları çevreden duyulurdu... Yokluk ve
yoksulluk diz-boyu... Battaniye, karyola bulmak veya almak olanaklı
değil... Üst makamdan bazen çaresiz istersek resmen: "Var olanla yetinin"
diye yanıtlanırdı...

Yine kanlı cephe muharebelerinden sonraki gecelerden birindeyiz...
Hastahane iyileşmemişleri bile taburcu ettiğimiz halde yaralılarla
dopdolu... Tek operatörümüzle ameliyat odasındayız. İsli petrol
lambası tepemizde... Ortalık dağınık, karışık, ben yerimdeyim.
Doktorun sarı saçları terli anlına yapışmış. Beyaz gömleği kan ve leke
içinde... Ağzında tatlı, özlemli, bir İstanbul türküsü, habire yaraları
kesiyor, biçiyor, temizliyor, sarıyor, dikiyor. Bir yaralı
masadan kalkarken yerine başkası yatırılıyor...

Tam bu sırada odaya bir kaç gölge ve ayak seslerinin girdiğini
hissettim. Ve sertçe bir ses: "Kolay gelsin doktor bey!" dedi.
Başlarımızı uzatarak dikkatle baktık: Gelen Gazi Mustafa Kemal'di...
Sessizce binadan içeri girmişti, elinde bir kırbaç vardı. Hâl ve
hatırımızı sordu ve: "Doktor, hele bir hastaneyi gezelim," dedi. Hep
beraber odaları, koğuşları, koridorları gezerken ve yaralıları, üst
üste, balık istifi tahtalar üzerinde görünce, Gazi Mustafa Kemal'in
gözleri birden şimşeklendi ve:

"Kaç hastanız var? Karyola, battaniye ve yatağınız yok mu?"

Doktor, altı yüz hastanın olduğunu, var olan yüz karyolayı kurduklarını
ve gereksinime yetmediğini söyledi.

Gazi Mustafa Kemal bir an düşündü sonra: "Şimdi beş yüz tane yatak ve
karyola göndereceğim. Hem iki saate kadar bunların hepsi kurulmuş
olacak ve yerde yatan tek bir nefer görmeyeceğim!" dedi.
Ellerimizi sıkarak yanındakilerle birlikte hızla ve yıldırım gibi
hastahaneden uzaklaşıp gitti.

Uykulu gözlerle saate baktık; gece yarısından üç saat sonraydı;
Baştabiple birbirimize bakıştık. O zamanın Ankara'sında ve savaşın en
civcivli günlerinde, bir gece iki saatte, değil beş yüz karyola ve yatak,
elli tane bile zor bulunuyordu...

Hatta Doktor; "Bu akşam Gazi, bir iki tek fazla atmış galiba." dedi.
Gülüşerek odamıza uykuya çekildik.

Neden sonra idi ki kapının vurulmasıyla derin yorgun uykumdan uyandım...
Kapıdaki er: "Gazi'nin yatakları geldi, hemen kurulacak!" dedi. Kulak
verdim, etraftan gıcır gıcır bir sel halinde sesler, uğultular, sert
emirler birbirine karışıyordu.

Pencereden şöyle bir başımı uzattım. Sayısız kağnılar birbiri ardınca
gıcırtılarla Samanpazarı yokuşu yollarından hastaneye doğru
akıyordu. Tan yeri neredeyse ağaracak gibi. Henüz aradan iki saat
geçmiş bulunuyor...

Gazi'nin buyruğuyla beş yüz yatak ve karyola aynı gece Ankara'nın
evlerinden teker teker toplanarak kağnılara yükletilmiş. İşte gelen
onlardı... İçlerinde öyleleri vardı ki daha hiç kimse yatmamış.
Alta serilmemiş... Kar gibi genç kızların rüyası olan gelinlik çeyizleri
idi. Nice sırmalı, nakışlı örtüler, yastık yüzleri, atlas yorganlar, daha
katlarından açılmamıştı bile...

Hayretler içinde kaldık... Önceki sözlerimizden utandık... Ve sıcak
sevinç yaşlarımızı tutamadık. Gözlerimiz boşalıverdi.

Bütün ömrüm boyunca inandım ve gördüm ki, her zaman ve her çeşit
koşullar altında Atatürk'ün kağnıları onun buyruğunu zamanında yerine
ulaştırırdı..."

Batı’nın deli gömleğini giyenler, dibini bile aydınlatabilecek ışığı olmayanlar, Ortaçağ özlemi ile yanıp tutuşanlar, kendi ayakları üstünde duramadığı için Peygamber soyundan medet umanlar, karanlığın küf kokan havası ile ciğerlerini dolduranlar, bataklıklarda hazine arayanlar, boşuna çaba harcamayın! O’na asla erişemez, yanına bile yaklaşamazsınız! Dolaştığınız iğrenç bataklıklarda çırpındıkça küçülür, ufalır, alçalır ve en sonunda batarsınız.

Ünlü şairimiz Hüseyin Siret Özsever, “Atatürk’e” adlı olağanüstü güzellikteki şiiri ile adeta bu kesimlere cevap veriyor. Bu şiirin bazı dizeleri ile yazımıza nokta koyalım:

Ey hırs u hased dişli, siyah pençeli sırtlan!
Ey kalbi çamur, gözleri kör, kapkara küfran! (nankör)
Tırmanma büyük şânına kim râidedîr o; (fırtına bulutu)
Târîhe kurulmuş oturan âbidedir o.
Yarlardan aşan sel gibi coştukça coşarsın;
Sen el ele vermiş ebediyetle koşarsın;
Dâhiler ufuklardaki yıldızlara benzer…
Sen öyle güneşsin ki huzûrunda sönerler.
Bir hârikasın sen de tabiât gibi zengin,
Dağlar deviren azmine bir dalgadır engin.

 

bottom of page